UÇ’LAR ARASINDA
(Siyasal Yakınlaşmalar Tarihçesi)
Hafıza tazelemek iyidir. Türkiye’deki siyasal eğilimler arasındaki bazı yakınlaşmaları anımsatan bu yazım, yirmi dört yıl önce, 16 Mayıs 1999’da Radikal’in pazar eki “Radikal İki”de yayımlanmıştı. Konunun güncelliği nedeniyle paylaşıyorum. Gazetede yayımlanırken, “kısaltma” zorunluğu nedeniyle çıkardığım bazı kısa bölümleri de ekledim.
**********
Türkiye’de Tanzimat sonrasında başlayan ve 19. yüzyıl sonlarında kesin çizgileri beliren siyasal kümelenmeler, kimi özgül nitelikler taşımasına rağmen kapitalist gelişme yoluna girmiş ülkelerin genel çizgisinden pek farklı olmadı. Liberalizm, sosyalizm, İslamcılık ve milliyetçilik gibi “tarz-ı siyaset”ler arasında daha ana rahmindeyken çeşitli bağlantı düzeyleri oluşmuştu. O günden bugüne, en karşıt görünenler, en uçta yer alanlar arasında bile etkilenmeden flörte, hatta ucun ucun benzeşmeye varan yakınlaşmalar görüldü. Olmasa da paydalar kuruldu. Sözgelimi 1960’larda sonradan MHP’ye dönüşecek CKMP’liler, “Türkiye’de iki doktrin partisi var, biri biz, biri TİP” diyerek en karşıtla bile bir paydayı, hatta örtük bir saygıyı tarif ederlerdi. (Son seçimde BBP’li bir aday da katıldığı bir televizyon programı öncesi sohbette BBP olmasaydı oyunu ÖDP’ye vereceğini söylemiş) . O hareket, 1940’lardaki ırkçı – Turancı çizginin Hitler hayranlığından (Nihal Atsız’ın saçlarını bile Hitler gibi taradığı söylenir) miras “nasyonal-sosyalizmi” bir süre sonra tamamen terketmek üzere “milliyetçi-toplumcu”luğa dönüştürürken, sol da anti-emperyalist doğası gereği burnunun ucuna kadar sokulan “milliyetçilik”i, güncel siyasetteki ırkçı – şoven kötü ününden ötürü “yurtseverlik”e çevirmeye uğraşıyordu. (Yaşasın öztürkçe!) Hatta Jean Jaures’nin ünlü sözünü “Milliyetçiliğin derini seni enternasyonalizme ulaştırır; milliyetçiliğin azı seni enternasyonalizmden uzaklaştırır. Enternasyonalizmin derini seni milliyetçiliğe götürür, azı seni milliyetçilikten uzaklaştırır” biçiminde, yani orijinal metindeki “yurtseverlik”i “milliyetçilik” biçiminde çevirdiği için Mihri Belli epey eleştirilmişti. (Belli, anılarında orijinal metin elinin altında olmadığı gerekçesiyle, sonradan özeleştiri yapar. Oysa, 1960’larda etkin olduğu “Türk Solu” dergisinde de “milliyetçilik” vurgulu başlıklar eksik olmamıştır. )
Öte yandan 27 Mayıs sonrası günlerde eski tüfek sosyalistler arasında Alpaslan Türkeş’in artık değiştiği, çok kitap okuduğu, sola yaklaştığı şeklinde bir rivayet de yayılmıştı. Hatta Turancı akımın anti-emperyalist bir “milli demokratik devrim”deki yeri konusunda umuda kapılanlar çıkabiliyordu! Daha yakın yıllarda, 1960’ların sonunda, cuntacı hareketlere adı karışmış olan Dr. Memduh Eren, akrabası olan Deniz Gezmiş’i aralarındaki ihtilafı masa başında çözebilecekleri umuduyla evinde Ülkü Ocaklı gençlerle buluşturmuştu. Hatta kimi Ülkü Ocaklılar, solcu bilinen Memduh Eren’i Türkeş’in yerine MHP genel başkanı olarak bile düşünmüşlerdi! (Meraklısı Sırrı Öztürk’ün “12 Mart 1971’den Portreler” adlı kitabının 2. cildinin Eren ile ilgili bölümüne bakabilir). O yıllardan başlayıp hızlanan olaylar, “zihin sporu”nun bu türlüsünün vehametini de ortaya koydu. Yine de gizli servislerin devşirme alanına dönüştürülen “milliyetçi” akımın samimi unsurlarının solun bağımsızlıkçı çizgisinden ve etik-kültürel duruşundan az ya da çok etkilendiği söylenebilir. Geçen dönem BBP kontenjanından seçilen ANAP milletvekili Esat Bütün, bir yanda “Bağımsız Türkiye”, öte yanda “Milliyetçi Türkiye” diye bağıranlar arasındaki kavganın tuhaflığına dikkati çekmişti. Gel gelelim, konu ezilen uluslar sorununa, dolayısıyla “Kürt sorunu”na dayanınca, haliyle düzlem değişiveriyor.
Uçlar arasında yakınlaşmanın “çorba” görünümü verdiği dönemler oldu. 1920’lerde milli kurtuluşçuluğu, İslamcılığı ve komünizmi aynı potada kaynaştırmayı deneyen Yeşil Ordu, tüzüğüne göre, anti-kapitalist, anti-emperyalist, anti-militarist, bütün bunları “İslamiyetin bütün içtimai esaslarına istinat ederek” “bir Hak yolu, Allah yolu olarak” seçmiş, “bütün Yeşil Ordu ve Kızıl Ordu’larla kardeş ve Moskova ile münasebet halinde” bir “cemiyet”ti. Turgut Özal’dan çok daha önce bütün eğilimleri birleştirme başarısını göstermişti yani! Bütün bunlar bir “kafa karışıklığı”na mı dayanıyordu, yoksa kafası karışıkları derlemeye yönelik bir pragmatizme mi? Yeşil Ordu’dan, içindeki Ekim Devrimi’nden etkilenen komünizan eğilimlerden, başında Çerkez Ethem’in bulunduğu Kuvayı Seyyare’den tedirgin olan Kuvayı Milliyecilerin bir çözüm olarak ve hatta Sovyet Devrimi’nin ilerdeki gelişmelerine göre bir manevra aracı olarak “Türkiye Komünist Fırkası”nı kurmaları da kafa karışıklığı ile “muvazaa”nın bir arada olabileceğini gösteriyor. Fevzi Paşa, Ali Fuat Paşa, Kâzım Paşa, Refet Bey, İsmet Bey, ayrıca Yunus Nadi, Tevfik Rüştü Aras, Mahmut Esat Bozkurt. Refik Koraltan, vd. İşte hepsi de “Türkiye Komünist Fırkası” üyesi bir dizi komünist! Ancak kapısına dayandıkları Komintern’den istihzayla geri çevrilen, üyelerinin bile komünistliğine inanmadıkları parti, Çerkez Ethem’i saflarına çektikten ve onun tükenişinden sonra silinip gidecekti. (Bu maceraların ayrıntıları Mete Tunçay’ın, Rasih Nuri İleri’nin, başka yazarların kitaplarında izlenebilir).
Buluşmalar ve Ayrılıklar
İstanbul’da 1 Aralık 1945 tarihinde bir dergi çıktı: “Görüşler”. Kapağında bir el bir perdeyi yırtıyordu ve arkadan “suistimal” “ihtikâr” ve “faşizm”in yüzleri açığa çıkıyordu. Zekeriya Sertel’in çıkardığı dergide Esat Adil, Sabiha Sertel, Adnan Cemgil, Behice Boran, Aziz Nesin gibi yazarlarının yanı sıra Tevfik Rüştü Aras imzası da dikkati çekiyordu. Kapakta yer alan fotoğraflı “yazı yardımı vaad edenler” listesindeki adlar daha da ilginçti: Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü. Aras dahil, bu son dört ad, yeni bir partinin, DP’nin kuruluş hazırlıklarını yürütüyorlardı. Partinin hukuk ve demokrasi vurgulu “misak”ını da, Türkiye Sosyalist Partisi’ni kuracak olan hukukçu Esat Adil hazırlamıştı. TKP önderi Şefik Hüsnü de, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’ni kurarken, geçmişte Paris’teki üniversite öğrenimi sırasında arkadaşlık ettiği DP İstanbul İl başkanı ziyaret etmiş, parti kurmak yerine kendilerini desteklemelerini istemişti.
“Görüşler” dergisi topu topu üç-dört gün piyasada kalabildi. İlkin sözlü ve yazılı saldırılar başladı. 4 Aralık’ta ünlü Tan olayları çıktı, iktidarın yönlendirmesiyle basımevleri, gazeteler yakılıp yıkıldı. Celal Bayar, dergi çıkar çıkmaz başlayan saldırıların ardından dergiyle hiçbir ilişkisi bulunmadığını açıklamıştı. Oysa daha birkaç gün önce Zekeriya Sertel’in evinde kadeh kaldıran, “Gelecek yıl bu kadehleri Çankaya’da tokuşturacağız” diyen de kendi yandaşı bir görevliydi. (Müzehher Va-Nu, “Bir Dönemin Tanıklığı”, Yalçın Küçük, “Aydın Üzerine Tezler”, cilt 5) 1946’da Mehmet Ali Aybar İzmir’de “Zincirli Hürriyet” gazetesini çıkarırken, yine benzer olaylarla karşılaşıldı. Niyazi Berkes’in anılarında anlattığı üzere, “kızıla boyamak” yönteminin geçerlilik yıllarıdır. Bir siyasal flört daha “ebeveyn”in uyanıklığı sayesinde erken bastırılmış, kızın namusu yine alelacele kurtarılmıştı!
DP’liler ile sosyalistler arasındaki bu yakınlaşmanın, muhalefetin zor şartlarının birleştiriciliğinin ya da rastlantıların, kişisel dostlukların dışında, maddi temelleri var mıydı? Devletçi gelenekten gelmesine, çeşitli sınıfsal ittifaklara dayanmasına, temelde bir ağalar – tefeciler – kapitalistler koalisyonu olmasına rağmen, DP’de en azından yazılı programıyla “liberal” bir yan da görebiliyorsak, elbette vardı. Çünkü liberalizm ve sosyalizm aynı iklimin çocuklarıdır. Marx ve Engels sık sık yazmazlar mı, “eğer burjuvazi devrimini başarabildiyse bunu proletaryanın fiili katkısına borçludur!” diye. Gelgelelim, son söz sınıf farkılılıkları, sınıf mücadeleleri tarafından söylenmektedir.
Sandık hileleriyle Demokrat Parti’nin hayli engellendiği 1946 seçimlerinden sonra, 1950 seçimlerine doğru da kimi yakınlaşmalar oldu. Örneğin DP mitinglerinde Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ünden pasajlar, CHP’nin köylüye zulmünün örnekleri olarak sık sık seslendirilmekteydi. CHP iktidarı da bunun üzerine Makal’ı “komünizm propagandası”ndan tutuklayıverdi. DP iktidara gelince, Mahmut Makal Celal Bayar tarafından cumhurbaşkanlığı köşkünde ağırlandı. Bu arada genel af ilan edildi, bazı engellemeler aşılarak Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, TKP yöneticileri de tahliye edildi. Bu hava bir yıl bile sürmedi, Nato’ya girişin ve Kore’ye asker göndermenin ardından 1951 tevkifatı geldi, sola nefes bile aldırılmayan bir dönem başlatıldı.
Cumhuriyet sonrasında Kemalizm ile sosyalizm arasındaki sınır ihlalleri işi zaman zaman flörtün ötesinde “kaçamak”lara, “kadro” devşirmelere dönüştürdü. 1930’larda sosyalist “kadro”ların kimilerinin Kemalizme iltihakları belli oranda anlaşılır bir şeydi, hiç değilse sınıfsal kökenlerle, yılgınlıkla, konformizmle açıklanır bir yanı vardı, gelgelelim 1960’lı yıllardan günümüze, üstelik Kemalistlerin bir çeşidinden dayak yiye yiye “hem Kemalist, hem sosyalist” olabilme becerisini gösterebilen kimi sosyalistler, epey tuhaf bir görünüm veriyor. Kaçamaktan, adı konmayan, varlığı gizli tutulan bir “melez” çocuk doğdu sanki.
Şaşırtıcı siyasal yakınlaşmalardan biri de 1970’lerde yaşandı. 1974’teki CHP – MSP koalisyonu, “tarihi yanılgı”nın ortadan kaldırılabileceği “yanılgısı” üstüne kuruldu. Aranırsa bu yakınlaşmaya da maddi temeller bulunur: her iki partinin dayandığı kitlelerin sınıfsal konumlarının farklı olmaması, benzer ekonomik hedefler, emperyalizme göreli tavır alışın ortaklığı, vb. 1970’lerin çok özel şartları, esen farklı rüzgarlar, bu uzak uçlar arası yakınlaşmanın da sonunu çabuk getirdi. Onu izleyen “Milliyetçi Cephe” yılları, Türkiye’ye en karanlık dönemini armağan bıraktı. 12 Eylül sonrasında Turgut Özal, dört eğilimi partisi içinde sözde birleştirmekle öğünüyordu. Tabii Kenan Evren bir fazlasıyla beş eğilimi Dil Okullarında, zindanlarda birleştirmeseydi, onun böyle bir zehaba kapılması olacak iş değildi. Oradan geldik sağcı partilere payanda “sosyal demokrat” ve “demokratik sol” partili günlere, daha ömürlü oluşunu taraflardan birinin aymazlığına borçlu yakınlaşmalara…
Yine tuhaf bir ortamdayız. Herkesin “Maşallah birbirlerine de pek yakışırlar” diye aklından geçirdikleri birbirlerinden uzak duruyorlar. “Sol çöktü, sol silindi” diye bayram edenler, uç sağın ve merkez sağın fırsat eldeyken yakınlaşmaktan korkmasını ise hiç de tuhaf bulmuyorlar. Akraba evliliklerinin kötü sonuçlarından mı ürküyorlar, nedir? Bu arada yeni yakınlaşmalar için binbir paydalar, gerekçeler üretilirken, “tam demokrasi” çevresinde ve meşru olabilecek tek yakınlaşma biçimi doğrultusunda hiçbir çaba yine görülmüyor.
Not: “Uç’lar Arasında, Siyasal Yakınlaşmalar Tarihçesi”, Radikal İki, 16.05.1999