MALATYALI FAHRİ: ÇILGIN MIZRAP*
1950’lerin Malatya’sı. Değil gramofon, radyo bile her evde yok. Gezgin destancıların acıklı sesini saymazsak, dolayısıyla gürültü kirliliği de yok. Ama bazen kemerli bir pencereden, bazen bir evin sokağa taşan “çıkma”sından, bazen bir bahçeden, bazen bir kahvehaneden bir feryat yükseliverir. Hikâyeleri olan bir feryat. Vurulan kaçakçının, sınır ötesinde sıla özlemiyle ölen Ezo Gelin’in, Kore savaşından dönünce eşini kardeşiyle evli bulan gencin, “zalim mahpushane havası”ndan yakınan hükümlünün, yavrusunu yitirmiş kekliğin hikâyelerini anlatan bir feryat. Bazen de, yarin narin endamını sımsıkı saran siyah bir elbisenin, sarı bir kurdelenin ardı sıra lirikleşir, duygusallaşırdı o ses. Çocukluk yıllarımın Malatya’sının öğelerinden biri de o sesti. Modernle kesişen geleneksel yapılar gibi, şehrin bağrında kaynayan sular gibi… Bir ses, bir şehri yeniden kurabilir mi? Hem de nasıl! 1970’lerde onun taş plaktan aktarılan kırk beşlik plaklarını İstanbul’daki öğrenci evimize götürdüğümde, benim ve kardeşlerimin olanca “daüssıla”mızı kanatıvermişti.
O 1950’li yıllarda Fahri Kayahan’ın sesi Malatya’daydı ama kendisi ortalarda yoktu. 1936 yılında, Malatya’nın cephesi göz çelici konaklarından birinde bir gece duyulan bir silah sesinden beri yoktu. Ölen, o sıralar yirmi yaş dolaylarında olan Fahri değil, birkaç yıl önce evlendiği eşi Fahriye’ydi. Fahri cinayetten tutuklandı. Herkes, bu arada birlikte müzik meşk ettikleri kayın babası Hamikoğlu Hacı Ağa bile, kurtulması için çalıştılar. Olaya farklı bir biçim verildi. Ancak Fahri, iki yaşındaki kızını alarak şehirden ayrılmak zorunda kaldı. Bir süre sonra Malatya’ya kendisi değil ama sesi geri döndü: Yerleştiği İstanbul’da ‘Malatyalı Fahri’ olarak ünlenmişti. Özel yapım, metal ve uzun saplı bir tambur çalıyor, türküler ve şarkılar söylüyor, bazen bu iki tarzın arası, bazen fanteziye kaçan besteler yapıyor, o sıralar moda olmuş Mısır filmlerine Türkçe müzik dublajı yapıyor, filmlerde oynuyor, senaryolar yazıyor ve peş peşe plaklar çıkarıyordu. Bir filminde Müzeyyen Senar ile, bir filminde Suzan Yakar ile karşılıklı döktürmüş, “Bizim Fahri’nin filmi” diyen Malatyalıları o sıralar peş peşe açılmaya başlayan sinemalara koşturmuştu.
Aykırı Ses
Fahri Kayahan, taş plak dönemi sanatçılarının en aykırısıdır. Yaşantısıyla değil, müziğiyle. O hiçbir tanıma uymaz. Kaynağında kuşkusuz halk müziği var. Çocukluk dönemine ait bir fotoğrafta onu bir grup arkadaşıyla birlikte, ellerinde sazlarla, kemanlarla, plaklarla görüyoruz. Arkalarına ise haşmetli bir gramofon kurulmuş. Babası, Gaffar Ağagillerden Mustafa Bey, Malatya’nın en büyük mağazalarından birinin sahibi olduğu için Fahri’nin bu tür lüksleri olabilmiş. Bir süre bağlama çalmış. Sonra Karaköylü Reşat Dayı’dan tambur çalmayı öğrenmiş. Kayın babası Hacı Ağa’nın konağında ise piyano ve kemanla tanışmış. O yıllarda demiryollarıyla ulaşılır hale gelen Anadolu şehirleri, modernin eşiğinden atlamışlardı. Bulvarlar, sinemalar, tiyatrolar, halk gazinoları, halkevleri, sanayi hareketleri hepsinin yüzünü değiştirir olmuştu. Radyo ve gramofon da aynı yaşantının “lüks” öğeleri olarak çıka gelmiş, hali vakti yerinde olan ailelerin evlerine ve kahvehanelere yerleşmişti. Genç Fahri’nin hem dışardan bu yolla gelen müzikle, hem yerel kaynaklardan gelen müzikle erken yaşta ‘hemhal’ olduğu kestirilebilir. Sonradan taş plaklarında seslendireceği türkü formundaki kimi parçaların hangisinin kendi bestesi olduğunu, hangisinin bu dönemde zihnine nakşettiği anonim ezgiler olduğunu kestirebilmek ise zor. Bunlara sonraları başka yörelere ait kimi türküler de eklenecektir. “Şu dağları delmeli” “Dert bende kare bende” “Ay doğdu düze düştü” “Dağlara vardım” “Bir oda yaptırdım hurma dalından” “Deryadan gemi gelir” “Kürdün gelini” “Sarı gelin” “Hozat türküsü” “Ela gözlüm ben bu ilden gidersem” “Ormanlardan Aşağı” onun sesinden dinleyebildiğimiz türkü formundaki örneklerden bazıları. Halk müziğinin sadece türkü formuyla yetinmiş, sesini maya ve hoyrat gibi formlarda ise hiç denememiştir.
Öte yandan, “Narin endamını sımsıkı saran siyah elbisenin yerinde olsam” “Nazlı yare fiske ile taş attım” “Derin hülyalara kapıldı gönül” “Tabip açma iyileşmez yaramı” “Ayrılık bitmiyor neden” “Ne kapımı çalan var” vd. gibi çok sayıda parça ise kuşkuya yer bırakmayacak biçimde onun özgün besteleri. Bu bestelerde hem halk müziğinin, hem klasik Türk müziğinin, hem Arap müziğinin tınılarını duymak mümkün. Yirmi yıl önce çıkan bir yazımda, haykıran, tonlar arasında kopukça gidip gelen, iç çeken, hıçkıran, sesini genzine kaçıran okuyuş tarzını ve hızlı – kesik mızrap vuruşunu göz önüne alarak, onu “arabesk” müziğinin öncüsü de sayabileceğimizi belirtmiştim. Kalan Müzik’in arşiv serisinde güzel bir albümünü hazırlamış olan Melih Duygulu da benzer bir yaklaşımda bulunmakta. Kuşkusuz bu durum, sadece kimi besteleriyle sınırlı. “Sarı kurdele” “Ayrılık ateşten bir ok” gibi kimi besteleri ise doğrudan klasik Türk müziği repertuarına girmiş, hâlâ TRT yayınlarında icra edilen parçalar. Kendisi, kırk beş adet plağa doksan eser okuduğunu, bunlardan altmış iki tanesinin kendi bestesi olduğunu söylemiştir. Plaklarının önemli bir bölümünü savaş öncesi gittiği ve bir yıl kadar kaldığı, konserler verdiği Almanya’da Polydor firmasına doldurmuştur.
Fahri Kayahan, taş plaklarıyla Anadolu’yu fethetmiştir ama yorum tarzıyla dönemin resmi müzik anlayışının dışına düşmüş, dolayısıyla o yıllarda tekel durumdaki devlet radyosundan pek az ilgi görebilmiştir. Sözgelimi, 1940 yılında Malatyalı gençlerin Ankara’da düzenledikleri ‘Kaysı Gecesi’ dolayısıyla program yapmak için Ankara radyosuna gittiğinde Mesut Cemil’den tamburu dolayısıyla şöyle bir tepki almıştır: “Fahri Bey, nedir o, bir tavaya kulp takmış çalıyorsun!” O ise, “Beni bu tambur meşhur etti” demiş, bildiği yoldan ayrılmamıştır. Onun önemin sanatçılarından farklı olarak ‘ince saz’ eşliğinde okumadığını, halk müziğindeki âşık tarzını andıran bir yöntemle sadece kendi çalgısıyla yetindiğini de görüyoruz.
Bir Sarı Kurdele
Dönemin bütün müzik sanatçıları gibi onun da Atatürk ile macerası var. Bir gece, saat iki dolaylarında, Cağaloğlu’nda kaldığı pansiyonun kapısına sert tavırlı bir polis dayanır. “Giyinip benimle geleceksin!” der. O, “Nereye gidiyoruz, suçum nedir” diye telaşlanır. “Cinayet işlemişsin” diyen polis onu motosikletin yan sepetine atarak gaza basar. Sanatçı üstüne suç atıldığını düşünerek yol boyu korku çeker. Sonra kendisini Dolmabahçe sarayının önünde bulur. Polis, “Şaka yaptım. Seni Atatürk istemiş” diyerek onu indirir. Fahri Bey, Atatürk’ün meclisine katılır. Nubar Tekyay, Şükrü Tunar, Necati Tokyay, Selahaddin Pınar, Safiye Ayla gibi sazendeler ve okuyucular da oradadır. Atatürk, masadaki çerezleri gösterip: “İşte fındık, işte fıstık, işte badem. Başla bakalım!” der. Fahri Kayahan da nakaratında “Ben esmeri fındık ile, ben esmeri fıstık ile beslerim” sözleri geçen ünlü “Sarı kurdelem” şarkısını okur, istek üzerine tam yedi kez de tekrar eder. O günden sonra da Atatürk’ün İstanbul’daki saz takımına dahil olur. “Sarı Kurdele”nin plağı tam 210.000 adet satar. Bu, o zaman için bir rekordur.
Fahri Kayahan, Atatürk’ten çok daha fazla olarak İsmet İnönü ile yakındır. Sadece o yıllarda Malatya denince akla öncelikle ikisinin adı geldiği için değil. Her ikisi de Malatya’nın ileri gelen ailelerinden oldukları için, aralarında bir çeşit ‘eşraf çocuğu yakınlığı’ vardır. Nitekim ömrünün bir dönemini İnönüler’in Süleymaniye’deki evlerinde, bir dönemini de Ömer İnönü’nün Tarlabaşı’ndaki evinde kiracı olarak geçirecektir. İsmet İnönü, ezgilerine de girmiştir. Erzincan depreminin ardı sıra çıkan bir plağı “Milli Şef felaket sahasında” adını taşır ve İnönü “milletin babası” olarak nitelenir. Fahri Kayahan, İstanbul’a yerleştikten sonra da Malatya’nın ileri gelen ailelerinden olan gençlik arkadaşlarıyla ilişkilerini sürdürmüştür. Halk müziği sanatçılarından çok klasik Türk müziği sanatçılarıyla düşüp kalkmıştır. Halk müziği sanatçıları arasında en çok Urfalı Cemil Cankat ile ‘ülfet’i olmuştur. Bazı halk müziği sanatçılarına tamburuyla eşlik de etmiştir. Hayat çizgisine bakılarak onun ‘bohem’e yatkın olması gerektiği düşünülebilir: Ancak hiç de öyle değildir. Alkol kullanmaz, sigara kullanmaz. Hatta “Sazımla sözümle en büyük Yeşilaycıyım ben” diye propaganda plağı bile yapmıştır. Şık giyinir, her zaman bakımlıdır. Erken yaşta ölümü de bir trajediye dayanır. Bir gece, bir konukluktan döndüğünde evinin soyulmuş, plaklarının, özel eşyalarının götürülmüş olduğunu görür, rahatsızlanır. Düştüğü yataktan kalkamaz, 1969 yılında kalp yetersizliğinden ölür.
Fahri Kayahan’ın hayatı konusunda da, benzerlerinde olduğu gibi gerçekler söylentilere karışır, kimi bölümler de karanlıkta kalır. Onun hayatıyla ilgili ayrıntıların çoğunu “Sarı kurdele”nin peşine düşen ve bulgularını Malatya Eğitim Vakfı dergisinin Mayıs 1989 tarihli sayısında yayımlayan hikâyeci ve araştırmacı Adnan Işık’ın çabalarına borçluyuz. Aynı sayıda amcası oğlu Yaşar Kayahan’ın, yazar Lütfi Kaleli’nin, arkadaşı Hasan Günay’ın yazıları da var.
Bu dünyadan, iz olarak sesini bırakarak, bir de “Malatyalı Fahri” geçmiştir…
*Gramofonlu Kahvehane / İkaros Yayınları, 2012