GICIR GICIR
Bembeyaz saçlı, hafif kamburu çıkmış oval ve kalın camlı gözlüğüyle müşteri bekleyen beye alçak bir sesle “Merhaba” dedim.
Şöyle bir baktı bana. Sonra hafifçe doğrularak gözlüğünü eline aldı. Sağ eliyle içeriyi gösterirken, “buyurunuz beyefendi, hoş geldiniz.” dedi.
Sesi, tedirginliğimi almıştı. ‘Gıcır Gıcır’ adlı dükkândan pek gıcır olmayan ürünleri almak için arkasından yürümeye başladım.
“Belli ki işyerinin sahibi. Sorular soruyor, ne alacaksınız? Kafanızda belli bir şey var mı? Sonra ansızın dönerek benim ki de laf! Yoksa ne işiniz olur bu dükkânda. Ya bir şey alacaksınız ya da bir şey soracaktınız. Gördüğünüz üzere geniş bir ürün yelpazemiz var.”
Bir eskici dükkânında eski eşya fiyatı sormakta almakta sorun. Bir tarafım al diyor diğer tarafım eskiciye mi kaldın git bütçene göre doğru dürüst bir şeyler bak diyor. Annemin bir sözü vardı. “Bitpazarına rağbet olsaydı nur yağardı.”
01İçeriye girdiğim de ışık hayli güçsüzdü. Belki dışarıdan girmenin etkisidir diye düşünürken saçlarının beyazı, yüzündeki sakalına karışmış pamuk dedenin bilgi ve ışığıyla aydınlanarak ilerledik. Bu ışıkla eşyaları seçmekte mümkün değildi zaten.
Pamuk Dede, “Oğlum şu ışıkları açar mısın?” dedi.
Işıklar açılınca etraf hayli aydınlandı. Bir eskiciden çok antikacı dükkânı değil de bir müzenin içinde geziniyor hissine kapıldım. Girişte ki büyük tablo bana hoş geldin mi diyordu. İçimden röprodüksiyon resimler olmalı diye düşündüm. İlk tepkimi verdim. “Pardon beyefendi resimler de satılık mı yoksa dükkânınızın bir mütemmim cüzü mü?”
Pamuk Dede, “Çok hızlı girdik olaya. Öncelikle tekrardan hoş geldiniz beş geldiniz. Adım Cavit bu galerinin pardon bu dükkânın Allahtan sonra ikinci sahibiyim,”
“Sevindim beyefendi bende Halis. Halis muhlis alıcıyım,”
“Hayli cevval ve espri yüklüsünüz. Nasıl bir şey arıyordunuz?”
“Beyefendi buraya girince ne alacağımı bile unuttum. Kendimi galeri de sonrası bir müzede gibi hissettim. Şaşırtıcı, şimdi ise şu köşeye baktığımda bir eskici dükkânı görüyorum ama alacağım şeyleri henüz göremedim.”
Pamuk dede, “Dükkân biraz karışık ama ne istiyorsanız yardımcı oluruz.”
“Kanepe, koltuk tarzı şeyler bakıyorum.”
“Bak senin için alt katımızda güzel eşyalarımız var. Oraya inelim, takip eder misin?” dedi. Merdivenlerin başına geldiğimizde ışığı yaktı. Sonra bana dönerek, “Dikkat edin, in-çık, in-çık basamaklar o kadar deforme oldu ki ayağınız kayabilir. Korkulacak bir şey yok ama biz yine de tedbiri elden bırakmayalım.”
Yavaş ve sağlam adımlarla o önde, ben arkada indik alt kata. Aşağıda, çok fazla eşya var. Büyük ve yer kaplayanlar üst üste konulmuş. Aralarından ilerliyoruz. Ceviz kaplama bir kanepeye doğru yürüdüm. Güzel ve temiz bir şeye benziyordu. İçimden sanki hiç kullanılmış mıdır diye düşünürken;
Cavit Bey, “Güzel parçalar. Bu kanepeyi eklentileriyle birlikte eski bir dostum getirdi. Toplamda üç yüz gün kullanılmamış eskitme mobilyadır. Şimdi böyleleri üretilmiyor. Bizim ihtiyar eşi ölünce ülkesine küstü. Burada neyim kaldı ki artık diyerek terk etti.”
“Nasıl yani! Başka bir şehre mi taşındı?”
“Hayır hayır! Almanya’da işçi olarak çalışıyordu. Emekli olup geri dönmüştü anavatana. Sonra bu Covid belasından eşini kaybetti. Almanya aşıyı bulduğunda, ‘boşuna geldim memlekete’ diye hayıflandı. Adamların ülkesine demediğimizi bırakmıyoruz ama görüyorsun ilk aşıyı onlar buldu’ diyerek evini, içindeki bu eşyaları satılığa çıkarttı. Hatta satışlarını bile beklemedi. Evini yine bu süreçte ucuz kredi alan birisine ederinin altında verdi. Maalesef eşyaları aynı hızda satılmadı buraya bıraktı. Onlarda size nasip olacak hayırlısıyla.”
“Türkiye’den giden bilim insanları, Almanya’da tüm insanlığa iyi gelecek aşıyı üretmeye başardılar. Belki dostlarınız Almanya’da kalmış olsalardı ilk aşı yapılacaklardan olacaktı.
“Halis Bey kim bilir bu kader, yazılmışsa alına; ölüm, nerede olursa olsun geliyor buluyor insanı.”
“Yani kaderinde gelip burada ölmek varmış diyorsunuz.”
“Başka ne diyebilirim. Neyse! Siz beğendiniz mi o kanepeyi ve eklentilerini.”
“Tasarımı ilginç ve sağlam bir şeye benziyor. Güzelmiş, fiyatı da uygunsa almak isterim.”
“Siz yeni bir ev mi kuruyorsunuz yoksa öğrenciler için falan mı?”
“Yok, yok kendim için alıyorum. Burada bir fabrika da tekniker olarak işe girebildim. Uzun süredir işsizdim. Oraya CV bırakmıştım, döndüler. İyi de ettiler. Tabii ki ilinize başka bir kasabadan geldim. Para yok pul yok. Burada ikinci el eşyalarla geçici olarak evi kurmayı düşünüyorum.”
“Çok sevindim işe girmenize ve şehrimize gelişinize. Hayırlı olsun.”
“Sağ olun. Şehriniz bu küçük kulunuzu nasıl karşılayacak. Umduğumuzu bulacak mıyız? Umudumuzu büyütmek için doğduğumuz yerden doyacağımız şehre geldik. Hadi bakalım hayırlısı.”
“Aaa! O kadar ağlak olma be evladım, yiğidim. Herkes nasibiyle doğar. Sen boşuna gelmedin ya benim dükkâna. Sahi neye ihtiyacın var hadi söyle bana. Bak bu kanepeyi ve yanında sana şu masayı veriyorum. Üstüne bir de ocaklı bir fırın. Düdüklü tencere ve masanı donatacak kap kaçak aynı zamanda. Bak bu son saydığım şeyler sana eşantiyon olacak. Parayı da dert etme. İlk maaşında bir kahvemi içmeye beklerim.”
Gerçek mi tüm bunlar? Eskici dükkânında kısmetim döndü. “Şen, mutlu bir sesle tamam Hacı Dayı,” dediğimde;
“Lütfen bu hacı macı işlerini bırak evladım. Sevmem öyle titrleri. Hacca gitmişliğimde vardır ama kendime öyle şeyler söylenmesinden hazzetmiyorum.”
“Kusura kalmayın. Tabii ki her gördüğümüz sakallıyı hacı sanırsak olacağı bu. Sizin gibi değerli bir şahsa rastlayınca tosluyorsun işte.”
“Tamam, tamam oraları geçelim. Anlaştık değil mi? Adresini ver bana ne zaman uygun olursan bizim çocuklara bıraktırırım. Evine kadar çıkarırlar. Üç-beş de onlara verirsin.”
“Cavit Amca, üç-beş derken bu rakam nedir? Samimiyetinize inanarak ‘amca’ diyorum.
“Dert etme. Tamam, o da benden olsun. Sen adresini ver o iş bende. Evini bizim tezgâhla düzelim. Bir hayrımız olsun. Zaten bizim adamımız darda olan birisine verilmesini isterdi. Güle güle kullan.”
Cavit Amcanın dükkânından ağzım kulaklarımda çıktım. Diğer eksiklikleri de gidereyim istedim, madem arabayla gidecek göç göbelek.
Birkaç parça eşya daha alıp düştüm ikinci el piyasasından evimin yoluna. İşte bekâr eviydi bu kadar olacaktı. Sadece marketten biraz da yiyecek almak gerekti.
Elemanlar eşyaları yukarıya çıkarttılar. Onlara bahşiş vermek için elimi cebime attığımda parmaklarımın arasına gelen tüm parayı uzattım gençlere.
Gençler, “Olur mu abi! Cavit Baba halletti o işi.”
“Yok yok… Siz yine de alın bunu bir yemek yersiniz gençler. Kartvizitiniz var mı?”
“O da ne ki abi!” dediler.
“Ya size ulaşabileceğim bir telefonunuzu, adresinizi gösteren kart demek istedim.”
“Haa! Öyle desene abi! Siz telefonunuzu söyleyin ben yazayım. Şimdi sizi de arıyorum kaydedin. Böylelikle doğru kayıt yaptığınızı görmüş oluruz.” Telefonum çaldı. Sarışın olan genç, “Abi, Nakliyeci Sebo olarak yazabilirsiniz. Bize müsaade,” diyerek yanımdan ayrıldılar.
Gelen eşyaları evin planına göre küçük çaplı yerleştirmeye başladım. Kanepenin açılıp kapandığını kontrol etmek için kaldırdığımda alttan çat diye bir ses geldi. Mekanik parçaların birisi ya kırıldı ya da çıktı diye düşündüm. Öğrenmek için alttaki bez parçasının bir bölümünü açtım. Kanepenin açılır kapanır mekanizmasının kırıklığına tanık oldum. Aklıma ucuz etin yahnisi hikâyesi geldi. Ama yapılacak bir şey yoktu. İyi ki çocukların telefonu almaya akıl etmiştim. Aslında başka alacağım şeyler için çağırmayı düşünüyorken…
Neyse! Sağlam bir bezle zımbalamışlardı. Açmakta zorlandım. Ancak bir bölümünü daha açtığımda gördüğüm manzara hiç iyi değildi. Kırık bir mekanizma önümde öylece duruyordu. Parçası düşmüş mü diye bakınırken bir de ne göreyim tozlu ve sararmış bir zarf. Ne zamandır orada öyle kalmış ya da nasıl buraya bu zarf konulmuş düşünmeden edemedim.
Zarfı zorlanmadan aldım. Ağzı yarı açıktı. Bir mektup beklerken ne görsem iyi! İçinden bir tomar döviz çıktı. Ne yalan söyleyeyim, sevindim. Define bulmuş gibiyim. Zarfı bir kenara koydum. Şimdi biraz önce giden nakliyecileri aramak düştü bana.
“Nakliyeci Sebo mu?” dedim. O da “Ta kendisi buyur abi, bir şey mi unutmuşuz?”
“Kanepe arıza çıkarttı. Bir tamirciye götürmek icap ediyor.”
“Ondan basit ne var abi, bizim arka sokakta bu tür şeylerin ustaları mevcut. Hallederiz. Gelelim mi hemen.”
“Neden olmasın bir an önce halledelim.”
Kanepeyi aşağıya birlikte indik. Kanepe arkada, ben, şoför bir de kardeşi önde indik sonrası tamirciye.
Çocuklar, “Olur böyle şeyler abim. Kullanılmış olmasından kaynaklı değil bizzat kullanılmadığından dolayı bazı şeyler bozuluyor. Örneğin kanepenin mekanizmasının düzenli işlemesi gerekiyor. İşlemezse paslanmaya yüz tutuyor o da oksitleniyor. Ne demişler işleyen demir ışıldar.” Böyle tamirciye varana kadar bir şeyler anlatıp durdular.
En sonunda tamircideyiz. Usta geldi. “Hastanın neyi var?”
Şöyle bir baktım yüzüne. “Sanırım doktor sizsiniz.”
“Eyvallah. Her türlü kırık çıkık tamir benden sorulur.”
Durumu kısaca anlattım.
“Sen bir telefon bırak kardeş. Elimde bir iş var. Onu bitirirsem bakarım. Tedavi uzun sürmez merak etme.”
Fiyat? “Hallederiz, lafı mı olur.”
“Ya usta şimdi aldığım fiyat kadar bana masraf çıkartacaksın! Yoksa yenisine bakacağım!
“Gönlünü rahat tut. Atla deve değil, hallederiz.” dedi yine.
“Bakın sonra bozuşmayalım.”
“Güvenin siz bu kardeşinize.”
“Öyle mi. Tamam o halde ben kaçıyorum.”
Epey bir ilerledikten sonra yan köşede dövizci bürosunu gördüm. İçimden keşke zarftan çıkan dövizleri yanıma alıp bozdursaydım dedim. Sonra kendimce kendimi sorgulamaya başladım. Bu paralar benim mi eskicinin mi? Yoksa bunu eskiciye getiren ilk sahibinin mi? Ben kanepeyi her şeyiyle satın almıştım. Ne oldu daha kullanılmadan kırıldı. Şimdi bunun masrafını onlar mı karşılayacak? Artık her şeyiyle benim sayılır. Sorumlulukta bende ekonomik çıktılar da. Zarfın içinden çıkan paraların hukuki olarak benim olup olmadığı sorunsalını bir süre daha yaşadım. Ama en sonunda önce bir döviz bürosunda bunun değerinin ne olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Dar günlerimde açıkçası ilaç gibi gelecekti bu para.”
Akşam eve geçtim. Çok geçmeden ilerleyen saatte bizim gençlik kanepeyi kapıya dayadılar. “Hayırdır çocuklar aramadınız sormadınız da.”
“Abi nereye gidebilirsiniz ki. Daha yeni gelmişsiniz bu şehre. Gidecek yer mi biliyorsunuz! Hem bu kanepe sizin en temel ihtiyacınız gibi. Ustada biraz acele edince.”
“Ama parasını ödememiştim.”
“Mesele değil yarın ödersiniz. Günler çuvala mı girdi.”
Burada insanların öyle geniş tanımlamaları var ki sanki ekonomik anlamda bile paranın bir önemi yok yeter ki insanlık der gibiler. Açıkçası şaşkınlığımı belirtmeden edemeyeceğim. İlk izlenimlerim şehre ve insanına dair gayet olumlu. Bu şehirde çalışarak yaşamak keyifli olacak! Aklım halen kanepede çıkan parada. Belki beni bu kadar olumlu düşünceye sevk eden şey bu bir miktar döviz mi? Bana bir güven geldi.
Ertesi gün sabahtan tamirciye borcumu ödeyim istedim. Belki yine bir kanepe daha almalıyım? Hem bir misafirim olursa ona da bir yatak açmış olurdum.
Bu kez cebimde zarf eskiciye doğru yürürken halen kendimi ikna etmiş değilim. Cavit Amca daha dükkânını açmamış. Kanepeciye uğradım o da kapalı. Tam nereye gideceğimi bilmezken sarışın çocuklar yani nakliyeciler karşıladı beni.
“Abi günaydın gel bir çayımızı iç.”
Büfe küçük bir meydandaydı. Etrafında birkaç oturak ve küçük masalar.
“Gençler hayırdır!” dediğimde;
“Abi bugün hafta sonu işler yoğun olur. Çalışan insanlar hafta sonu buralara uğrarlar.”
“Ama dükkân sahipleri öyle düşünmüyorlar sanırım.”
“Evet. Ne yapsınlar onların da bir hafta sonları var, günü yayıyorlar! Birazdan damlarlar… Bak kanepeci kerpeten Nuri geliyor. Kerpeten gibi adamdır. Sökemeyeceği dikemeyeceği şey yoktur.”
Çayımı gençlerle içtikten sonra kalktım biraz mesafeyi koruyarak. Kerpeten Nuri’ye dükkânını açacak zaman aralığı bıraktım. Ben vardığım da o da çayını söylemiş, elinde bir simit, tamir için bırakılmış başka bir koltuğun üzerinde keyif çayı içer gibi, duruyordu.
“Günaydın.” dediğimde kalktı.
“Hoş geldiniz beyefendi. Çay içmek ister misiniz? Taze, ben beğendim.”
Teşekkür ettim… “Dün bıraktığım kanepe tamiri için ne vereyim.”
“Sabah siftahı için at bir şeyler…” dedi.
Sabah siftahı kaç parayla açılır ki? Elimi cüzdana atıp bir miktar parayı bıraktım, önündeki masaya. Bakmadı bile. Alıp çekmeceye attı. Teşekkür edip bereketini bol olsun dedim, ‘eyvallah’ dedi.
Eskici Cavit amcanın kapısına dayandığımda yanındaki çalışan genç uşak dükkânı açmış etrafı topluyordu. Sorduğumda eli kulağında birazdan gelir dedi. Eli kulağı ve biraz akan zamanın içinde kaç dakika ya da saatti bilemedim. Gence bir kanepe daha bakacaktım dedim. O da “Olur abi, aşağıya inelim.” dedi. Takip ettim. Artık işi çözmüştüm. Birisi ilerliyorsa onu takip edeceksin. O da seni talep ettiğin şeyle buluşturuyor.
“Dün aldığım kanepelerden var mı?’ diye sordum.
“Var var abi, şu köşede. Üstünde başka şeyler var. Açayım mı ister misin?”
“Yooo sağlam bir şey mi? Kullanabilir miyim evde, kırılıp dökülmesin de!”
“Vallahi orasının bilemem belki kırıktır belki sağlam. Onu kullanacak ya da alacak kişi bilecek. Biz ürünü sunarız, müşteri beğenir ve alır.”
“Anladım. Neyse ben daha sonra geleyim. Çarşı da bir kaç işim daha var. Onları hallettikten sonra uğrarım.” diyerek oradan ayrıldım.
Biraz dolaştıktan sonra kendimi döviz bürosunun önünde buldum. Elimde ki 500 markı uzattım çalışana. Bir elime bir de yüzüme baktı. “Ne yapmamı istersiniz?”
“Bozduracaktım.”
“Hıımm. Ama çok geç kalmışsınız.”
“Nasıl yani?”
“Bunlar tedavülden kalkalı 5 yıl oluyor.”
Dona kaldım.
Arkasından “Sahi bugün şehrimize mark mı yağdı da haberimiz olmadı.”
“Birden sesim bir volüm yüksek yine “Nasıl yani” diyebildim.
“Sizden önce bir vatandaş daha 500 mark getirdi. Bir günde iki kişi tesadüf olabilir mi? Neyse ona da dedim. Bunların alış yeri artık müzayede salonları ya da ikinci el ürün satan dar sokakta ki antikacı dükkânları. Paranızı orada değerlendirin bence.”
Elimde avucumda kalan eski şeylere bir yenisi daha eklendi. Hayallerim eskidi.
Merhaba
Yeni öykünüzü okurken o mekanlarda hissettim kendimi.
İçten ve samimi bir dille yazılmış. Kutluyorum.