Hilmi Yavuz’un Dünya gazetesinde Faruk Şüyün ile söyleşisini okuyunca bende beni düşündüren yerlere dair fikirlerimi söyleyeyim dedim. Hemde yazma ve motivasyon arasındaki ilişkiye dair düşüncelerimi açıklamış olurum böylece.
Söyleşinin başında“Aslında küçük bir masada çalışıyordum” diyor Hilmi Yavuz, “Gördüğün gibi küçük bir oda zaten. Fakat, küçük bir masada çalışmak bana pek uygun gelmedi çünkü oldukça dağınık bir insanım. Masanın üzerinde birçok şeyin aynı anda olmasını isterim. O yüzden küçük masanın benim bu isteğime elverişli olmadığını görünce bir arkadaşımdan rica ettim, evinde kullanmadığı büyükçe bir masa varmış, onu aldım, gördüğünüz o. Tam da istediğim elverişlilikte bir masa, büyük ve üzerine gözümün önünde olmasını istediğim birçok şeyi koyabiliyorum.”
Masanın büyükçe olduğunu söylüyor ama büyüklüğünün ne kadar olduğu kafamızda pek netleşmiyor. Anlıyoruz ama üç dört masalık bir toplantı masası değil. İki metre civarında heybetli bir masa. Üzerine çok şey konulabilir ama üzerine koyabileceği her şey onu motive etmeli. Demek ki masa dışsal etmen olarak onu motive edip onun düşsel dünyasının zenginleşmesine yol açmalı. Masada, kitapların dışında çok çeşitli estetik nesneler ve objeler onu güdülemeli. Söyleşi içinde dışarı çıkarken cebinden dolma kalemleri eksik etmediğini söyler.
“Öteden beri tüm yazılarımı dolmakalemle yazmak gibi bir alışkanlığım var. Dolmakalemsiz olamam. Her gün ceketimin sol iç cebine iki dolmakalem koymadan evden çıkmam, aksi durumda tedirgin olur; bir şey unuttum, mutlaka bir eksiğim var diye elimi sol cebime atarım ve orada kalemlerden birinin ya da ikisinin eksik olduğunu görünce eve döner, kalemlerimi alıp iç cebime yerleştirir ve yeniden yola çıkarım.”
Kurşun kalem veya tükenmez kalem taşımıyor. Dolma kalem hokkayı karşılar, tarihsel bir karşılığı vardır. Hokka ve divitten üretilmiş dolma kalem. Son aşamada dolma kalem ve mürekkep, divit ve hokkanın devamıdır. Bu anlamda entelektüel mirasın devamcısı ve takipçisi olduğunu anlatır bize Hilmi Yavuz. Bunun yanında içten içe aristokrat yönetici takımın günümüzde dönüştüğü burjuva entelektüel kimliğiyle önümüze çıkar. Fakat bu tarzın bir adım ilerisi ve postmodern kapitalist çağın imajla kendini yeniden üretmesi de diyebiliriz. Yazmak her zaman bir imaj yaratmakla iç içedir. Aslında bu iki olguda Hilmi Yavuz’un özelidir. Bu iki olguyu açığa çıkartacak olan eleştirmen veya sanat tarihçisidir. Hilmi Yavuz bu iki özelliği ortaya korken, bize özelini dayatırken hem bir kimlik hem bir imaj dayatırken postmodern çağın egosunu metaya dönüştüren yazar tipini de önümüze seriyor. Aslında sanatçıyla mekân ve nesneler arasındaki ilişkiyi ortaya çıkartacak kişi sanatçı değildir. Sanatçının kendinin mekân ve nesnelerle ilişkisini serimlemesi hem bir kimlik yaratmak hem bir ego ve imaj dayatmaktır. Bu imaj direk kapitalist yaşam biçimiyle özdeşleşen sanatçının da nasıl olması gerektiği anlayışına dayanıyor.
Fakat bunun alt dayanakları çok çeşitli ve farklıdır. Yazmak ve motive olmanın unsurları çok çeşitli olgularla sunulur. Şimdi farklı yanlara bakalım söyleşide.
“Senin sorduğun anlamda bağımlı değilim. Bizim kuşağın, 50 kuşağının bir özelliği var, kahvelerde yazmak gibi. Nadiren de pastanelerde, Baylan gibi. Kahvelerde oturup yazdığımı ve çalıştığımı çok hatırlıyorum. Fatih Kıztaşı’nda Acem’in Kahvesi’ne veya Ali Emiri Kitaplığı’nın hemen karşısındaki Yıldırım Kahvesi’ne giderdim. Yine defterlerimi alıp yazları Bodrum’a gidiyorum. Geçmiş Yaz Defterleri, Bulanık Defterler, Bodrum’da yazıldı.”
Bu kahvede yazma hikayesi veya kahveye takılma, oralarda buluşma, sohbetler yapma hikayesi Yahya Kemal’le başlıyor sonra pastanelerle yaygınlaşıyor. Bunun temel ayaklarından biri yazmak ile bilgi edinmek arasındaki ilişkinin bizde somut bir olgu haline pek dönüşmemesi. Örneğin kütüphanelerden hiç çıkmayan bir yazar tipinden bahsedemeyiz. Bizim yazarlarımız daha çok zengin ve aristokrat kültürden gelmedir. Bunun yanında yazarları yaşama katacak yeterli kültürel alışverişin olduğu alanlardan bahsetmenin imkânı azdır. Kahvehane ve pastanelerin sosyalleşme alanı olarak kullanılması yazarların bu alanları söyleşi ve buluşma alanları olarak kullanmasını sağlamıştır. Örneğin bir kütüphaneyi söyleşi ve buluşma yeri olarak sanatçıların kullandığını pek görmeyiz.
Şimdi işin diğer yanı ise Orhan Kemal kahvelerde yazardı, aynı zamanda oradaki tipleri sürekli gözler romanlarını bu tipler yaratırdı. Takıldığı kahveler ise yoksulların takıldığı kahvelerdi. Lüks ve merkezi kahveler değildi. Orhan Kemal’in amacı yoksul insanların yaşamlarını o çıplaklığıyla görmektir. Zaten kendisi de onlarla oyun oynar onların dünyasına inerdi. 1940’ların 50’lerin çoğu gerçekçi edebiyatçı da bu anlayış vardı. Yazmak, halkın içinde olmak; halkla içiçe olmaktı. Yaşar Kemal’in büyük bir yazar olmasının nedeni, onun halka bitmeyen yönelişidir. Mitleri, masalları, türküleri o yönelişte bulur. Halka yönelmenin diğer yanı ise halkevleriyle birlikte başlayan Halkçılık ideolojisinin yazarlar üzerindeki etkisidir. Fakat bu alana yönelik nitelikli bir çalışma hâlâ yok.
Kahvede yazmanın bir diğer yanı ise yazarın kendini motive etme olgusudur. Kahvenin içinde canlı bir ortamın olması yazarı motive eden olgudur. Yazmakla hayat arasındaki bağı o kahvedeki canlı ortamla kurmaya çalışır yazar. O karnaval havasını hisseder, onun bir nesnesi olur. Her an bir şeyi birisine anlatır gibidir o ortamda yazar. Sanat eseri ona göre ancak böyle bir durumda sokağa, yaşama iner. Yaygın bir sosyal veya kültürel alanın olmaması, yazarın onun dışında başka bir sosyalleşme alanı bulamamasıyla da ilgilidir. A. Kadir evde ailesiyle içiçeyken yazmıştır yani gürültü ve patırtı içinde. Bütün bunların bir yanı da kütüphane kültürünün olmaması. Bizde daha aristokrat kültürün devamı diyeceğimiz evi kütüphaneleştirme kültürü vardır. Yazar olmak, evi kütüphaneleştirmekle içiçedir bizde. Masanın geniş ve çok çeşitli ikonlarla donanması, yazarın yaratımını açığa çıkartan olgulardır.
Yine söyleşi içinde bazen yazılarını yazmak için Bodrum’a gittiğini hatta bazı eserlerini Bodrum’da yazdığını söylüyor. Bu tarz yönelimler yani yazarın sessiz bir yere çekilerek yazmasında amaç yazarın eserine tamamıyla kapanmasına dayanıyor. Esere yönelirken dikkat dağılmaması için Bodrum’a gittiğini söyleyebiliriz. Bu tarz esere yoğunlaşma bir işçi yazarın yapacağı bir şey değil. Sınıf savaşımını merkez almış bir yazarın işi hiç değil. Kentte ve sınıf savaşımın sesini her gün duymalı yazar. Bu yüzden halkın içinde olmalı ve sürekli gözlemeli halkı. Bu bir anlamıyla kırk kuşağı dediğimiz ve halkçılık düşüncesinden etkilenmiş yazarların anlayışıdır. Yine dikkat dağılmaması gibi Bodrum’a gitmek şart mı?Sessiz, kimsenin rahatsız etmeyeceği ve doğa güzelliğinin etkileyeceği yüzlerce yer var ülkemizde. Bodrum, dolmakalem ve büyük masada yazma isteği, bir söyleşide yazarın söyleyeceği şeyler değildir. Bu durumu sanat tarihçileri, eleştirmenler dile getirebilir. Burjuva yazarının genel psikolojisini diğer sınıflara dayatma ve bir hayat biçimi sunmaktır bu. Oysa yazımda bu tarz olguların pek belirginliği yoktur.
Yine son söz olarak şöyle diyor Hilmi Yavuz. “Çoğunlukla müzik dinleyerek çalışıyorum. Sevdiğim müzisyenler var, onları dinliyorum, ancak özel bir tercihim yok; o gün nasıl bir müzik dinlemek istiyorsam, şimdi mood’uma göre diyorlar ya öyle…”
Müzik, yazarı itekleyen, motive eden bir unsur; aslında canlı bir dış ses, hayata yeniden katılış çağrısıdır. Günümüzde çoğu yazar bu dış sesleri duymadan yazamaz. Onu itekleyecek bu tarz olgular olmadan yazamaz. Aslında kapitalizmin gelişimi ve kültür endüstrisiyle yazarın geldiği bir noktadır bu. İçsel olmayan, dışsal olgulara dayanarak bir motivasyon durumu bu. Bu yazım tarzı sorunu içselleşmiş yazar anlayışından daha çok dışarıdan güdülenmek isteyen yazar tarzıdır. Bu yazar kapitalist yaşam anlayışının geldiği bu noktada kültür endüstrisinin bir nesnesine dönüşmüştür. Bir makine olmak için bir çeşit uyuşma halidir bu. Günümüz yazarının psikolojisi böyledir diyebiliriz. Bu uyuşma hali fantazya dünyasına girmek için dış olgularla güdülenmenin getirdiği sonuçtur. Nasıl ki esrar, nikotin, alkol düşsel evreni tetikliyorsa bu dışsal etmenlerde yazarı tetikliyor. Yazar bu etmenler olmadan motivasyonunu sağlayamıyor.
Söyleşi içinde bir yan daha var. “Kitaplara itina gösterilmesi gerektiğini, onların da bir kimliği, tıpkı insanlar gibi bedenleri olduğunu düşünüyorum. Biz nasıl bedenimize ihtimam gösteriyorsak, çok fazla eğip bükmüyorsak, aşırı eğip büktüğümüzde acı duyuyorsak kitaplara da bu tür muamele yaptığımızda onların bedenini örseleyebiliriz. O yüzden belli bir açıyla okunması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için bazı formüller geliştirmek gerekiyor. Yani kitaplar onların bedenine itina gösterilsin endişesiyle meseleye bakıldığında kolay okunmuyor.” Yazmak için yazar canlı nesneler olarak kitapları görmeye başlıyor. Hayata yönelmek, yazarın o canlı nesneler olan kitaplara yönelmek oluyor. Aslında insanla insan arasındaki bağın bir çeşit kopukluğudur bu. Kahvehaneler insanla ilişkiye açık bir sosyalleşme alanı olurken, aynı zamanda insanı canlı, yan yana gözleme olanağı verirken, günümüz postmodern çağın yazımı, canlı hayatın yerine çok çeşitli motivasyon unsurlarıyla yazmaya başlamıştır. Kültür endüstrisinin sürekli sermayeleşmesi yazarın hayatla bağını kopartır noktaya gelmiştir. Sermaye sürekli üretim adına yazarın çoğu toplumsal bağını kopartmış, onu uzmanlaştırmış, makinenin bir dişlisi haline dönüştürmüştür. Bu tarz güdülemeyen olgular olmadan yazamayan insanlara dönüştürmüştür onları. Üretmek için güdülemeye ihtiyaç duyan yazar. Bu yazarların artık toplumsal sorunları yoktur, olsa da sahici hayatın içinden gelen sorunlar değildir.
Masalar, dolmakalemler, çok çeşitli objeler ve dürtükleyici unsurlar olmadan yazamaz yazar. Dünya yıkılsa bile yazamaz. Ancak onu dürtükleyecek unsurlar olursa yazabilir o. Böyle bir dünyada sahici bir yaşam yaşanmaz. Sanallık, gerçek dışılık, insani olandan kopuş ve imaj yaratmak adına yazarın bütün hayatını kaplar. Bu yüzden, gösteri toplumunun bir nesnesi olan yazar kendi özelini masa veya dolmakalem veya yazma kültürüyle açarken bir çeşit hem kendi yaşamını hemde kapitalist yaşam anlayışlarını pazarlamaktadır. O özeli gösterirken çaktırmadan, bakın ben ne büyük yazarım, derken metalar dünyasına yeni bir meta imaj katıyordur. Peki bu gösterme durumunu onda açığa çıkartan nedir, tabiî ki ego. Kapitalist dünyasının imaj yaratma olgusunun getirdiği sonuçtur bu. Egosu olmayan ve sürekli gösteriş içinde olmayan yazar olamaz anlayışı.