Edirne F Tipi Cezaevi’nde bulunan Selahattin Demirtaş’ın 4. kitabı olan Efsun, 2 Ekim tarihinde yayımlandı. Dipnot Yayınları’ndan çıkan kitap, Demirtaş ile ailesinin ortak çalışmasının bir ürünü.
Hikâyenin merkezinde yer alan Kenan Kaya, kendi ifadesi ile “sevda imalatçısı” olmaya karar veriyor ve yaratmak istediği aşkın romanını yazıyor. Efsun’un ilk yarısını, Kaya’nın yazdığı ancak tamamlayamadığı bu roman oluşturuyor. İkinci bölümde ise kurgudaki düğümün çözülüşü işleniyor.
Anlaşıldığı gibi Demirtaş, benimsediği siyasi tutumunu kitabın ana hikayesinden koparmayı tercih etmiş. Temelsiz nitelikteki sistem eleştirileri, yaptığı bazı göndermeler ile göze çarpsa da klişeleşmiş bir mesaj verme endişesi, tüm bu çabayı örtüyor.
Demirtaş, bu tercihin nedenini, Anıl Mert Özsoy’un Gazete Duvar için gerçekleştirdiği bir röportajda1 şöyle açıklıyor:
“‘Efsun’da sadece edebiyata sığındım ve edebiyatın kuralları içinde kalarak kendi sesimi olabildiğince geri çekmeye çalıştım. Bu açıdan ‘Efsun’, benim ilk ciddi edebiyat denememdir. İlk üç kitabımda az çok ben vardım, istesem de bundan kaçamıyordum. Politik kimliğimi edebiyatın ardına tümden gizlemek geri adım atmak gibi geliyordu bana.”
Aynı röportajdaki “…Politik olarak da kolektif hareketi savunuyorsunuz. Edebiyat ve politik tavır yan yana geldiğinde ortaya ne çıkıyor…” şeklindeki soruya verdiği cevap ise şu şekilde:
“…benim tavrım kesinlikle taammüden politik edebiyatçılıktır. Ve politik edebiyat ve sanat, tek kişilik örgüt gibidir. Örgütlü bir siyasi faaliyettir ama örgüt tek bir kişiden oluşur. Kalanlar sempatizandır. Bir politikacı için edebiyat, çok daha özgürce mücadele yürüttüğü, toplumla yeni ilişki biçimleri geliştirebildiği güçlü ama son derece kişisel bir örgüttür.”
Demirtaş verdiği cevaplar ile sanatı, özelde edebiyatı, bir direniş öznesi olarak tanımlıyor. Hatta kendi tavrını açıklarken ‘politik edebiyatçılık‘ kavramını kullanıyor. Ancak aşağıda vereceğimiz örnekler ile detaylıca ele alacağımız Efsun, bir ‘politik edebiyatçılık’ ürünü olarak tanımlanabilecek nitelikten yoksun.
Yazar, sözünü ettiğimiz röportajın devamında; sanatçının radikal dönüşüm mücadelesinin içinde yer almasının ahlaki bir görev olduğunu söylüyor. Sert yüzünü saklamaktan çekinmeyen faşist devlet yapılanmasına karşı; ölüleri anma seremonisinden farksız sanat eserleri ile radikal dönüşüm mücadelesinin verilebileceğini düşünmek, ancak gerçeklikten kopuk bir zihnin yansıması olabilir.
Yazarın politik sanat adına kullandığı ifadelere örnek olarak şunları verebiliriz:
“Günübirlik temizliğe gittim önce, kazancı iyiydi ama her gün iş çıkmıyordu…Konfeksiyonda, tekstilde, terzide çalıştım sırasıyla. Elim dikişe yatkındı, çabuk öğrendim. Bir dikiş makinesi alıp evde terziliğe başladım, arada yine temizlik işi çıkarsa gidiyordum. Oturduğum mahallede komşularım da benim gibiydi; gariban, yoksul, birkaç işte birden çalışmak zorunda kalan emekçilerdi.”2
“O sene açlık grevleri oldu cezaevlerinde, onca yoksul halk çocuğu direndiler, aralarında Gülnaz da vardı…Sonra bir sabah hapishaneleri bastılar, güzel çocuklarımızı diri diri yaktılar, aralarında Gülnaz da vardı.”3
“Marx görse gurur duyar benle, resmen direniyoruz lan!” 4
“Marx’ın bir sözü var, biliyor musun?… Fazla mal göz çıkarmaz, demiş sakallı.” 5
Yazarın sanat anlayışını tanımlarken kullandığı ifadeler, kitaptan alıntılanan bu bölümler ile değerlendirildiğinde sakat bir eylem yöntemini benimsediği açıkça görülüyor. Demirtaş, eserini oluştururken sanatı ‘diyalektikten etkilenmeyen bir boş zaman aktivitesi’ olarak görmüş olmalı. Direnişin fabrikalara, sokaklara indiği 1960 döneminin sanat anlayışına benzer bir şekilde kaleme aldığı bu eser; faşizmin sistemleştiği günümüz şartlarında, bir direniş aracı niteliğinden uzak.
Romanın içeriğinden tekniğine geçildiğinde; Demirtaş’ın edebiyat alanındaki yetersizliği göze çarpıyor. Derinliği olmayan ve karakter özelliği kazanamayan kahramanlar, yazarın iddiasındaki ‘politik edebiyatçılık’ için bir hayli zayıf kalmış.
Kişilerin iç konuşmaları ile ilerletilen hikâye, tercih edilen bu anlatım tekniği nedeniyle biçimsel birlikten yoksun kalmış. Yazarın böyle bir birliği sağlayacak donanımda olmaması, bu tercihin önemli bir sebebi olsa gerek. Okuyucuyu tek boyutlu kişilerin anlatımları ile sınırlayan monologlar, hikâyeye bütünlüklü bir bakış açısını engelliyor.
Kitabın yalnızca bir bölümünde başvurulan betimleme tekniği, oldukça acemice kullanılmış. Yalnızca sıfat kullanımından ibaret olan yazarın bu anlatımına şu ifadeler örnek olarak gösterilebilir:
“Lacivert denizin göğün moruyla cilveleştiği yerde şeftali pembesi bir çizgi duruyor…Körfezi kuşatan küçük tepelerdeki zeytin ağaçlarının oluşturduğu yekpare hâkî örtünün içine serpiştirilmiş ateş böcekleri gibi duran beyaz badanalı evlerin ölgün ışıkları bile, anın büyüsüne saygıdan olsa gerek, titreşmeyi kesmişler.”6
Ayrıca aynı bölümde, kullanılan bakış açılarıyla ilgili bir hata fark ediliyor. Gözlemci bakış açısıyla kaleme alınan ikinci paragrafın son cümlelerinde ilahi bakış açısına geçilmiş.
“Körfeze hâkim tepelerden birinde çimleri düzgün kesilmiş büyükçe bir bahçe, bahçenin denize bakan ucundaki hafif eğimli yamacın başında yaşlı bir zeytin ağacı, koca bahçedeki bu tek ağacın altında yuvarlak bir masa, masada ızgara balık, salata, kavun, peynir ve bir şişe rakı; masada bardak yok çünkü bardak adamın elinde (gözlemci bakış açısı) …Adam elli iki yaşında…adı Bakır, uçsuz bucaksız bu çiftliğin sahibi (ilahi bakış açısı)”7
Kitabın tekniğinde görülen tüm bu zayıflıklar, Demirtaş’ın edebiyatçılığının iddia edildiği gibi “demini almış”8 olmadığını gösteriyor.
Kitap üzerine yapılan değerlendirmelerin hemen hepsi, övgü dolu ifadelerde birleşiyor. Demirtaş’ın Kürt siyasi hareketinde önemli bir konuma sahip olması, bu görüşlerde etkili.
Gazete Duvar yazarı İrfan Aktan, kitabı konu alan yazısında “…Efsun’u okuyanların da fark edeceği gibi Demirtaş siyasette olduğu gibi edebiyatta da artık ustalık dönemine geçtiğini gösteriyor…Efsun’da bildik politik tiratlar, edebiyatı siyasi mesaj aktarma aracı olarak kullanma derdi olmadığı için Demirtaş, hem olayların içinde hem de üslupta dilediği gibi yüzüyor.”9 ifadelerini kullandı.
Evrensel yazarı Ayşen Uysal ise 6 Ekim’deki yazısında şunları belirtti: “Sizi alıp götürüyor. Kâh güldürüyor kâh ağlatıyor… O kadar canlı o kadar içten bir anlatım ki, satırlar sizi adeta içine çekiyor… Efsun’u elinize alın ve Selahattin Demirtaş’ın size açtığı efsunlu pencereden içeri akın. Orada yaşamın kendisini bulacaksınız.”10
Örneklerden de anlaşılabileceği gibi; gazetelerin bir tür reklam panosuna dönüşmüş kültür-sanat köşeleri; Demirtaş’ın sahip olduğu siyasi konum ve kitle nedeniyle, tanıtım yapmak için adeta yarış halinde. İzlenen bu “pazarlama stratejisi” ile kazanılan okuyucu kitlesi için; yapıtın yazınsal değeri, yazarın dil kullanımındaki becerisi, hikâyenin izleği ile gerçekliğin arasındaki makas farkı gibi detaylar herhangi bir önem taşımıyor. Alışılagelmiş ifadeler ile bile olsa, yazarın birkaç toplumsal meseleye değinmesi, oldukça toplumcu bir duruş olarak görülüyor.
Düzene getirilen eleştirilerin yalnızca sınıfsal düzeyde kalması ve Kürt coğrafyasındaki gerçeklikle buluşmaması, yazarın okur kitlesini ilgilendirmiyor. Ağır asimilasyon politikaları ile yok edilmeye çalışılan Kürtçenin; bir Kürt direniş hareketi savunucusu olan Demirtaş tarafından tercih edilmemesi, okur nezdinde önemsiz kalan diğer bir nokta.
Sistemin sinir uçlarına temas etmekten kaçınan Demirtaş, Efsun’da toplum normlarına uygun bir yaklaşım sergilemiş. Haliyle, kitabın piyasada tekel haline gelen ve iktidar yanlısı sermaye gruplarının elindeki dağıtım şirketlerince pazarlanmasına şaşmamalı.
Diyebiliriz ki sanatı metalaştıran ve bir star sistemi yaratan piyasa, Demirtaş için iyi yönden esiyor. Sözünü ettiğimiz siyasi konumu, sistem-dışı sanatın elimine edilmesi gerçekliğine takılmadan piyasada tutunabiliyor. Ayrıca ulusal medyada sistemli bir şekilde yürütülen tanıtım kampanyası, Demirtaş’ın edebiyat alanına hangi taraftan dahil olduğu sorusunu düşündürüyor. Bu duruma, yazarın sahip olduğu siyasi kimliği kadar, edebiyatçılığının(!) sistemi rahatsız edebilecek bir karakterden yoksun olması da etkili.
Öyle ki; resmî ideolojinin savunucularından Zülfü Livaneli, Demirtaş’ın “edebiyatımızın usta kalemlerinden”11 olduğunu belirtti. Son yıllarda art arda çıkardığı kitapları ile biricik olan sanat eserlerini, ‘fabrika üretimi’ nesneler olarak algıladığını gösteren Livaneli’nin bu yorumu, sanıyorum ki Demirtaş’ın eserleri ile düzene ver(e)mediği rahatsızlığı kanıtlar nitelikte.
Bir siyasetçi olarak doğru politikalar üretmesi ve direnen biri olması; Demirtaş’ın edebiyat alanında iyi ürünler verebileceği anlamına gelmiyor. Ceberut bir cumhuriyete12 karşı bedel ödemesi gerçeği, oldukça birikim isteyen bir sanat dalında “usta” olması sonucunu doğurmuyor.
Demirtaş örneğinden hareketle diyebiliriz ki; sanatçı, her koşulda sanatın düzen kaygılarından arındırılmasını ve direnişin gerçekliğini dert edinmesini savunmalıdır. Aksi takdirde sanatın, özelde edebiyatın, egemen ilişkilerin öznesi olması kaçınılmazdır.
EMİRHAN ERTAŞ
1) https://www.gazeteduvar.com.tr/selahattin-demirtas-buradayim-ve-eskisinden-de-fazlayim-haber-1538716
2) sf. 156
3) sf. 158
4) sf. 209
5) sf. 239
6-7) sf. 51
8) arka kapak yazısı, son paragraf
9) https://www.gazeteduvar.com.tr/demirtasin-yuzdugu-deniz-makale-1537048
10) https://www.evrensel.net/yazi/89587/efsunun-buyusu
11) https://twitter.com/LivaneliZulfu/status/1447663837281402884
12) Katır Yükü, Sizden Önce Geçtim – Mustafa Güçlü